Ahmed Rasim ile felekten bir gün...

Meşrûtiyet’ten epeyce önce olmalı, Ahmed Rasim’in sık sık Galata’da Sakallı Kosti’nin çakanoz mekânında yedi sekiz arkadaşıyla buluşup demlendiğini biliyoruz. Kendisi orayı “hafiye uğrağı” olmadığı için tercih ettiklerini yazmıştır ama sanırım ehl-i keyfin kesesine de uygunmuş. Ustamızın masasındaki, Borazan Tevfik, Muhsin, Nuri Baba, Enderunî Âbi Raşit, Nûri Şeydâ ve Afandos gibi değişmeyenlerini düşünüyorum da, fukara-yı sâbirînden sayılmasalar bile, hepsinin meteliğe kurşun sıktıklarını yadsıyamam. Borazan Tevfik’i ve Nûri Şeydâ’yı bilmeyeniniz yoktur, ama Muhsin Bey’e gelince durun. Ahmed Rasim, bu rind kalender dostu için 1898 yılının baharında bir yazı döktürmüştür ki, onu şehir mektuplarının bonfilesi sayarım. Efendim, adamımız çoktan unutuldu, oysa kendisi zamanının en sevilen nüktedanı, mukalliti, şiirin ve nesrin yegâne komiğiymiş. Güllere şakıyan bülbüller misali, İngilizce’yi, Fransızca’yı, Rumca’yı, Arapça’yı, Farsça’yı, Ermenice’yi, Arnavutça’yı ve Adığece’yi konuşmasına karşın, aşkta ve parada yeteneksiz olmasıysa insanın içini feci acıtıyor. Maalesef bizimki Meşrûtiyet’e yetişemeden sizlere ömür! Afandos’a gelince, Reşad Ekrem ve arkadaşları onu ansiklopedilerinin birinci cildinde maddeleştirmiştir, iyi de yapmışlar, radiye el-lahü’anhüm. Reşad Ekrem de ben de Ahmed Rasim’in yalancısıyız, Afandos, aslında Rumları pek sevmeyen nadir Rumlardanmış, bu yüzden de hep bizimkilerle takılıp kakara kikiri bir yaşam sürmüş.

24kr11-rasim.jpg
Ahmed Rasim

***

Türkler açısından Mütareke yıllarına kadar Pera’ya tehlikeli denemeyeceği muhakkaktır, atı ve eşeği ayıramayacak kadar zıkkımlanılmamışsa, cüce oynatmak isteyenler, Sakallı Kosti’den kalkıp Pera’ya rahatlıkla çıkabiliyormuş. Ancak, oradan Pera’ya sadece dört yol vardır; birincisi, sıkıyorsa, o dik yokuştan yürümektir, ikincisi yirmilik verip Tünel’e girmektir, üçüncüsü bir altmışlığa tramvayı yakalamaktır, dördüncüsüyse yedi sekize araba çevirmektir. Bizler de Ahmed Rasim’in cebi delik arkadaşlarından olduğumuza göre, çaresiz donumuza kedi yavrusu koyup yokuştan yukarıya yürüyeceğiz: Bizans döneminde buralar “Peran tis poleos”, yani “Şehrin ötesi” olarak ifâde ediliyormuş. Pera da bu ifâdedeki Peran asıllıdır, ama ben Suriçi’nden hiç kimsenin Galata’nın üstündeki tepelere bakıp da orasına “Peran tis poleos” dediğini sanmıyorum, kan ter içinde çıktığımız yol var ya, işte onun sağı solu incir ağaçlarıyla kaplıymış, bu yüzden “Peran tis poleos” halkın diline “İncirlik” anlamındaki Sikai şeklinde yapışmış. Galata’nın üstündeki tepeye asıl rağbetin 16’ncı yüzyılda başladığı kesindir. Bizans döneminin Sikai rejyonuna fetihten sonraysa Stavrodromi denmiş. Çünkü, fetihten önce tepede sadece bir yol varmış, Fatih Sultan Mehmed gemilerini Haliç’e geçirmek için bir yol daha açmış, bu yol bir yerde eski yol ile dik olarak keşişerek dörtyol oluşturduğundan, mahal “Dörtyol” anlamına gelen Stavrodromi olup çıkmış. Ancak yolun etrafında Pera sosyetesi ikamet etmeye başladıktan sonraysa Müslümanlar oraya “Bey yolu” tanımının değişikliğe uğramış şekliyle Beyoğlu demeye başlamışlar, ben bunu size Skarlatos Vizandiyos’tan aktardım, o da sanırım Hammer’den almıştı. Neyse, 19’uncu yüzyılın başında Pera’nın sınırları üç aşağı beş yukarı belliydi. Batıda Galata Kulesi, doğuda Rum Ortodoks Mezarlığı, kuzeyde Kerasohori, güneydeyse Boğazkesen yamaçları. Biliyorum, çok kişi Kerasohori ismini duymamıştır, oysa Kasımpaşa sel yatağının doğusundaki yamaçlar vaktiyle bu isimle anılıyormuş. Yamaçlarda tepeden aşağıyla kiraz ağaçları indiğinden, iskanla birlikte oraları “Kirazlı Köy” anlamına gelen Kerasohori olmuş. Ancak bu da uzun sürmemiş, Kerasohori’de fahişelik yaygınlaşınca şıppadak bir isim değişikliği gerçekleşmiş ve Kerasohori ismi Keratohorio’ya çevrilmiş. Anlamı mı? Söylemesi ayıptır, düpedüz “Boynuzlular Köyü”. Ha, bir de yakınında Skordalya var, bugünkü Tarlabaşı yokuşu. Orası da Keratohorio’dan farklı değilmiş, ayrıca Skordalya’nın şehrin gelmiş geçmiş en pis mahallesi olduğunda mutabakat da bulunuyor.

***

16’ıncı yüzyılın başından itibaren ahşap mimarinin Osmanlı’yı Bizans’tan farklılaştırdığını düşünüyorum. Baştan söyleyeyim, binâların ahşap esas alınarak inşâ edilmesini, bütünüyle şehri yıkan 1509 depremine bağlayanlar kanımca yanılıyorlar. Çünkü, ahşap mimari, sadece İstanbul’a mahsus yeni bir mimari üslûp geliştirmiştir, Müslümanlığı şehirlileştirmiştir ve İslâm estetiğine harika bir veçhe kazandırmıştır. İşte bu nedenlerle, ahşap İstanbul 20’nci yüzyılın başlarına kadar defalarca yanıp kül olmasına karşın, Müslümanlar asırlar boyunca kâgire dönmemiştir. Bunun şehr-i İstanbul’daki yegâne istisnası Pera’dır. Orası da 1870 yangınına kadar büyük oranda ahşaptı; 1811, 1831, 1857 yangınları derken, 1870 yangını. Sula Bozis gibi yazarlar yangınlarda kâgirin daha az zarar gördüğü için 1870’den sonra ahşabın yasaklandığı düşüncesindedirler. Bu yaklaşımı pek sıhhatli bulmadığımı peşinen belirteyim, kanımca asıl neden 1838 yılındaki Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’dır. Çünkü, 1838 anlaşmasıyla İmparatorluğun hızla Batı’ya bağımlılaşmasıyla birlikte toprağın mülkiyeti ve imar değişti. 1838’ten sonraki otuz yılın beş hukuki düzenlemesine bir bakın, “İlmühaber” (1839), “Ebniye Nizamnâmesi” (1849), “Sokaklara Dair Nizamnâme” (1859), “Ebniye Kanunu” (1862) ve “Sokaklara ve Ebniyeye Dair Nizamnâme” (1869), son dördü 1839’a sadece ufak tefek değişiklikler getiriyordu, asıl önemlisi oydu. Peki, “İlmühaber” ne diyordu? Merâklısı için yazayım: Şehirde ahşap binâ inşâsı yasaktır, artık kâgir binâ mecbûridir, kâgire parası yetmeyenler veya ahşapta ısrar edenlerse şehir dışına çıkacaktır.

Hukuki düzenlemedeki şehirden maksat, elbette Suriçi’ydi. Kadıköyü büsbütün şehir dışıydı, birazcık Pera da. Ama, 1839 sonrasında Suriçi’nden çıkarılanların İstanbul’un fakir halkı olduğunu sanmayın, kazın ayağı hiç de öyle değildi. Yıllardır Levantenlerle, ticaret burjuvazisiyle, yabancı elçiliklerin personeliyle, azınlıklarla ve bankerlerle, yani Pera sosyetesi ile içli dışlı olan Osmanlı seçkinleri, onlardan toprağa dayalı nasıl servet sâhibi olunacağını öğrenmişti. Pera sosyetesinin sayesinde şehir dışındaki toprakları üç kuruşa kapatarak, oralara bağlı bahçeli konaklar ve köşkler kondurdular. Altmış yetmiş yıl içindeyse servet sâhibi Osmanlı seçkinleriyle çocukları ve torunları arasında bir ayrım oluştu, çocuklar paşa babalarından torunlarsa paşa dedelerinden rantiye tabaka olarak farklılaşarak atalarıyla çatıştılar. Yakup Kadri’nin “Kiralık Konak” isimli nefis romanı, işte bu çatışmanın hikâyesidir. Bir süre sonra da şehrin eski ahşap mahalleleriyle, onları dışarıdan kuşatan kâgir mahallelerinin birbirlerine düşmanlaşmaları yaşandı. Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” ve “Cumbadan Rumbaya”, Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”, Kemal Altınkaya’nın “Bizim Mahalle”, “Adam Sen de” ve “Ha Gayret Hasip Efendi” romanlarını bu kısma not düşün. Kemal Altınkaya’ya göre Pera dahil cümle şehir dışı mahalleleri, Müslüman ruhundan eser bulunmayan çorak ve kuru yerlerdir. Yahya Kemal de oralarda minarelerin görünmediğini, ezanların işitilmediğini yazmıştı. 1838 sonrasındaki Pera’nın, nüfusuyla ve yaşam tarzıyla Türk’e karşı emperyalist bir projenin parçası olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayın. Bizim estetiğimize aykırı düşen kâgirleri teşvik bu yüzdendir, o berbat yol da “Avenue Haussman” model alınarak muktedirler için yeniden düzenlenmişti.

***

İsterseniz Ahmed Rasim ustamız ile Mütareke dönemindeki Pera’ya çıkalım, çünkü oranın Rum halkının İngilizlere ve Fransızlara kanıp da şımarmaları asıl o vakittedir. Haydi sizi kırmayayım, lâfıma da, şu boylu poslu, sarı saçlı, mavi gözlü ve balık etli Beyaz Rus kadınlarının Pera’daki şanzımanı dağıtmalarından başlayayım. Maksadım sadece ut dutdan Rumların şımarıklığına yumuşak bir geçiş yapmaktır. Suriçi’nde yaşayan Müslüman kadınlarının haraşoları pek görmediğinden eminim de, yeni cins muhacirlerin Pera’nın apukurya maskarası Rum kadınlarının veya üstte yetmiş beş volt ışıldak, altta manda kasa taşıyan Ermeni kadınlarının kocalarına arşiv sıvazlatmış olabilir. Yıllardır gevşek malzemeli Artin Efendi’yle yaşayan kaktüs çiçeği Siranuş Hanım’ın birdenbire ipek çoraplar giymeye başlaması da işte bu yüzdendi. Yani, kıskançlık! Ama önce Ahmed Rasim’in kafasındaki limon kabuğu fesi alıp, yerine Panama tarzı bantlı bir fötr şapka koyalım. Bunu yapmazsak, feslilere feci gıcık olan Palikaryaların, hemen her binâdan sarkan Yunan bayrağından cesaret bulup da şehit pederi Ahmed Rasim’i Cadde-i Kebir’de dolmalık kabak gibi oymaları ihtimalidir. Onun yerinde Ahmed Midhat Efendi olsaydı biraz sıkardı ama ne yapalım ki yola Ahmed Rasim ile düştük. Pera’da Müslüman mısınız, çok yazık, en azından evden çıkmayacakmışsınız, bir yere gitmeniz gerekiyorsa da, İngiliz ve Fransız neferlerinin yanında dikilen Palikaryalara bakmamaya dikkat edecekmişsiniz. İsminiz Kemal ise yandınız, bir arkadaşınız karşı kaldırımdan kazara “Kemal!” diye seslense, Rumlar onun önüne mutlaka bir “Yaşasın”, arkasına da bir “Paşa” kelimesi ekleyip, sizi doğruca Arapyan Hanı’nın veya Kirkor Oteli’nin zindanlarına göndertiyorlarmış. Ahmed Rasim ustamızın Mütareke döneminin Rumlarının alçaklıkta Sultan II’nci Abdülhamid’in jurnalcilerine bile rahmet okuttuğunu yazmasınıysa otuz yıl kadar sonrasındaki 6-7 Eylül için şimdiden aklınızda tutun.

***

Biz üstadımızdan İzidor Karon’un 523 numarada yeni açtığı Alman Kitaphanesi’nin önünden ayrılıp, İstiklâl Caddesi’nde altmış yıl sonrasına doğru yürüyelim, yani bir defasında tam Yapı ve Kredi Bankası’nın karşı sırasında, bir defasındaysa Atlas Pasajı’ndan en fazla yirmi adım kadar aşağıda, iki defa karşıma yazar arkadaşım Jack Deleon’un çıktığı yıla. İkisinde de merhumun yanında seksenini aşkın, ama vaktiyle âfet-i devrân olduğu aşikâr bir teyze vardı. Ben o yaşlı kadını önce Jack’ın ninesi sanmıştım, sonra Yahudi’ye hiç benzemediğini fark etmeme karşın kim olduğunu nedense sormamıştım. Ancak aradan dört beş yıl geçip de ‘91’de Jack ile Aslı Han’da yeniden karşılaşınca, yaşlı kadın şıppadak aklıma geliverdi. Başta o yaşlı kadını anımsamakta biraz zorlanmıştı. Ancak ben sonradan giyim tarzını da tarif edince, çıkarabilmişti. Meğerse Beyaz Rus muhacirlerinden Barones Valentine’ymiş, ‘20 yılının başında evlendiği kocası Baron Konstantin von Clodt Jurgenzkburg düğünlerinden dokuz ay kadar sonra Bolşevikler tarafından öldürülünce, on sekiz yaşındaki Baronesimiz “Kornilov” isimli küçük bir şileple İstanbul’a kaçmış. Majik’te, Rejans’ta ve Novotni’de piyano çalarak ekmek parasını çıkarmış, kendisi gibi Rus soylularından Alexander Taskin ile de ikinci evliliğini yapmış. Alexander gongoyu dikince, yanlış anımsamıyorsam ‘60 yılıdır, ellilerinin sonundaki Barones bu defa da orkestrasından Todori ile birlikte yaşamaya başlıyor. Barones Valentine’nin ‘92 yılında doksan yaşındayken aramızdan ayrıldığını Jack’ın “Pera Hatıratı” kitabından öğrendim. Jack’ı da maalesef Barones’ten on üç yıl sonra elli dört yaşındayken kanserden kaybettik.

Bir yanda Hüseyin Rahmi’nin “Ben Deli miyim?” romanındaki Fedrona ve Ercüment Ekrem’in “Papeloğlu” romanındaki Olga isimli şehvet illetlerinin hiçbirini ihmal etmemiş olan Rus kadınları, diğer yandaysa Barones Valentine gibi rahibenin hallicesi Rus kadınları varken, doğma büyüme Peralı Siranuş Hanım kafayı boyamasın da ne yapsın! Madam Fedrona da pek güzel, Barones Valentine de bir içim su. Ancak, Barones yanlış adres! Şâyet zevci Artin Efendi’yi, abra kadabra veya hokus pokus deyip, Hüseyin Rahmi’nin romanındaki Fedrona ile tanışacak bir roman kahramanına dönüştürebilseymiş, Siranuş Hanım belki de ömür boyu köfte patates yiyerek Hakk’ın avucuna konma garantisini kapabilirmiş. Maalesef “Ben Deli miyim?” romanını okumadığından öyle olmamış, onun kuruçayda oturarak toprağa karışmasıysa pek hâzindir...

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum