Önce taşrayı mı fethetsek?

Osmanlı dünyasında “ıslahat” önermek padişahın gücünü restore etmek ve yeniden merkezileşmek anlamına da geliyordu.

Farklı siyasî yapıları bünyelerinde barındırmak açısından imparatorlukların ulus-devletlere göre çok daha esnek oldukları su götürmez bir gerçektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yani o devlete adını veren hanedanın, onun payitahtının, ordusunun ve bürokratlarının en güçlü olduğu kabul edilen dönemlerde bile imparatorluk dâhilinde yerel yönetimlere, hatta hanedanlara bir yer olmuştur. Bu durumu merkeze fizikî uzaklık gibi maddî sebeplere indirgemek çok doğru olmaz. Osmanlı örneğinde, bir bölgenin ne şekilde imparatorluk bünyesine katıldığı, bu katılmanın doğrudan fetih yoluyla mı olduğu yoksa o bölgenin halkı ve idarecilerinin katılma yönünde bir irade mi gösterdiği daha önemlidir. Hatta başlangıçtaki bir çatışmadan sonra haraç ödemeyi kabul ederek vassal durumuna gelen ve belli bir özerkliği koruyabilen bölgeler de vardır.

Somut olarak söyleyecek olursak, diyelim ki Kanunî’nin saltanatının sonları gibi Osmanlıya baktığımızda, Hicaz’da peygamber neslinden Şeriflerin, Kırım’da Cengiz Han soyundan Girayların, gayrimüslim voyvodalar veya prensler yönetimindeki Eflak, Boğdan, Erdel Beyliklerinin ve Osmanlı- Safevî hudut boylarındaki mütenevvi Kürt beyliklerinin padişahın üst otoritesini tanıdıklarını görürüz. Bu tabii ki, bütün Osmanlı vassallarının birbirinin aynısı bağlarla merkeze bağlandıkları veya hepsinin aynı statüye sahip oldukları anlamına gelmiyordu; Kırım hanlarının hutbe ve sikke sahibi olduğunu hatırlatarak geçeyim. Dolayısıyla, imparatorluk ölçeğinde yakın sayılabilecek Eflak Beyliği gibi yerlerde dahi yerel bir yönetimin olmasını mesafeyle değil, o ülkenin Osmanlı haraçgüzârı olmayı kabul etmesi ve ilişkiyi bu şekilde devam ettirebilme kapasitesine sahip olmasıyla açıklamak daha yerinde olur.

İmparatorlukların dâhili örgütlenmesinde coğrafyanın her zaman tek belirleyen veya en önemli belirleyen olmayabileceğine dair bir örnek daha vereyim. Emevi halifeliği, Arap kabileciliğine ve başkent Şam’ın sıkı kontrolüne dayanan aşırı merkeziyetçi bir yapıya sahipti. Yaklaşık olarak aynı topraklar üzerinde hüküm süren Abbasi halifeleri ise hem Arap olmayan mevalinin ayrımcılık şikâyetlerini ortadan kaldırmış hem de halifelik bünyesinde Samaniler gibi başka İslâmî hanedanların kurulmasını ve yaşamasını kabullenerek çok daha az merkeziyetçi bir örgütlenmeyi tercih etmişlerdi. Her iki modelin de kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Emeviler, sadece Araplara ve Araplar içinde de özellikle kendi akrabalarına dayanarak bütün gücü kendi ellerinde topladılar ama yönetimleri bir yüzyıl bile sürmedi. Abbasiler ise, sadece taşradaki hanedanlara meşruiyet sunmakla kalmadılar, yeri geldi kendi başkentlerinde Büveyhi veya Selçuklularla iktidarı paylaşmak, hatta siyasî iktidarı onlara devretmek durumunda kaldılar ama siyasî ömürleri Bağdat’ta beş yüz seneden fazla sürdü, daha sonra da şeklî halifeler olarak Mısır’da Memluklerden saygı gördüler.

Osmanlıların daha en başından beri, Emevilerdense Abbasilere daha çok benzeyen bir imparatorluk modelini tercih ettiklerini söyleyebiliriz. Bu hiç değilse sonuçları itibarıyla böyledir. Yalnız, Osmanlıların kendi üstünlüklerini veya tabiyetlerini kabul eden yerel hanedanlar ile birlikte yaşayabilme becerisinin göreceli bir Osmanlı zaafından kaynaklandığını da düşünmemek gerekir. Yudea kralı Herod nasıl Roma’nın bağımlısı idiyse, Moğol İmparatorluğu, Koço Uygur devleti veya Anadolu Selçuklu devletini nasıl özerk yönetimler olarak bünyesinde barındırıyorduysa veya Rus Çarlığı’na bağlı nasıl Buhara gibi Orta Asya hanlıkları var idiyse, Osmanlıların da kendilerine bağlı hanedanlar ve yerel yönetimler ile öyle bir ilişkisi vardı.

Söz biraz uzuyor ama pek çok hanedan imparatorluğunda olduğu gibi merkezî bir çekirdek bölgeye sahip olan Osmanlıların da, imparatorlukları dâhilindeki bazı yerler ile ayrıcalıklı ilişkilere sahip olduklarını ve bu çok odaklı siyasî yapının sadece coğrafya tarafından dayatılmadığını ve siyasî merkezin güçsüzlüğü sonucu ortaya çıkmasının bir gereklilik olmadığını vurgulamaya çalışıyorum. Asıl dikkati çekmek istediğim nokta ise, sistemin daha en başından beri değişik siyasî mevcudiyetleri barındırabildiği hususunun, Osmanlı desantralizasyon sürecini perdelememesi gerektiğidir.

18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başlarına kısa bir bakış bize Osmanlının ne kadar “gayrimerkezî” bir yapı hâline gelmiş olduğunu söyler. Evet, Kırım gibi çok büyük özerkliği olan, kendi içinde ayrı bir devlet sayılabilecek bir yer artık Rus İmparatorluğu’na ilhak edilmişti ama Hicaz, Eflak ve Boğdan gibi eskiden beri özerk olan yerler bu özelliklerini koruyordu. Güneydoğu’daki çeşitli küçük Kürt beyliklerinin durumunda 16. Yüzyıldan beri büyük bir değişiklik yoktu. Üstelik Osmanlının bütün Arap vilayetlerinde zamanla güçlenen yerel yönetimler ortaya çıkmıştı. Cezayir’de, başında bir “dayının” olduğu bir cumhur idaresi, Tunus’ta Hüseynî, Trablusgarp’ta Karamanlı hanedanları vardı. Mısır’da Osmanlı valisi değil kölemen beyleri ülkenin gerçek hâkimi durumundaydı. Suriye’de Azmzâdeler ailesi, Akka’da meşhur Cezzar Ahmed Paşa, Irak’ta Gürcü memlukleri yönetimdeydi. Yemen’in ise Osmanlıyla şeklî bir bağı bile kalmamıştı.

Bu manzaranın üstüne bir de imparatorluğun Anadolu ve Tuna’ya kadar Balkanlar’dan oluşan çekirdek bölgelerindeki vaziyeti eklersek, aslında ortada “imparatorluk” denecek bir yapı kalmadığını bile söyleyebiliriz. Şöyle ki, Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa bütün Güney Arnavutluk ile Yunanistan’ın kuzeyini, hatta oğlu Veli Paşa’dan dolayı Mora’yı kontrol ediyordu. Vidin’de ünlü Pazvantoğlu Osman bulunuyordu. Silistre âyanı Yılıkoğlu Süleyman’ın baş düşmanı Rusçuk âyanı meşhur Tirsinikli İsmail idi. Serez’de başka bir güçlü âyan, İsmail Bey vardı. Anadolu’da da durum pek farklı değildi. Batı Anadolu’da Karaosmanoğulları, Orta Anadolu’da Çapanoğulları ve onların hasımları Caniklizâdeler vardı… Özellikle Karaosmanoğulları ve Çapanoğullarını basit mütegallibeler veya yerel âyanlar olarak değil, kendilerine onlarca âyanın bağlı olduğu yerel hanedanlar olarak görmek gerekir.

Kısacası, 18. Yüzyılın sonlarında, imparatorluğun çekirdek bölgelerinde bile sultanın, arada bir aracı olmaksızın doğrudan yönettiği yerler neredeyse yok hükmündeydi. Biraz abartma riskini göze alarak padişahın doğrudan otoritesinin Anadolu yakasında Şile ve Gebze’de, Avrupa yakasındaysa Çorlu’da bittiğini bile söyleyebiliriz. Daha da dramatize etmek istiyorsak, padişahın kendisine de “İstanbul âyanı” diyebiliriz çünkü Osmanlı padişahı giderek âyanlar dünyasında bir “eşitler arasında birinci” hâline geliyordu… Merkez ordusu olan yeniçerilerin İstanbul’da kolluk görevi yapmaktan başkaca bir askerî işlevleri kalmadığı düşünülünce imparatorluğun savaşlarının bu taşra hanedanlarının topladığı vergiyle ve askerle yapıldığı, merkezin onlara veya onlardan bazılarına dayanmaksızın taşrada hemen hiçbir şey yapamaz olduğu da kolayca tahmin edilmelidir.

Öte yandan padişaha karşı hâlâ çok büyük bir saygı vardı. En uzak Osmanlı vilâyetindeki yerel yönetici bile Osmanlı padişahının onayıyla kendisini meşru kılıyor, daha önemlisi taşralardaki güçlü yerel yöneticilerden hiçbiri, hatta isyan edenleri bile padişahın meşruiyetini sorgulamıyor veya bağımsızlık ilânı gibi onun meşruiyetini ve otoritesini açıktan hiçe sayan bir davranış içine girmiyor veya giremiyorlardı. İstanbul’u çok zorlayan Pazvantoğlu ve Tepedelenli Ali Paşa’nın veya padişahı askerî olarak yenilgiden yenilgiye uğratan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın bile bu hususta istisna olmadığını hemen araya sıkıştırmış olayım…

Osmanlı padişahının bu dönemdeki durumunu, bütün siyasî- askerî gücünü nesillerdir şogun ve büyük daimyolar arasında bölüştürmüş olan çağdaşı Japon imparatoruna biraz benzetmek de mümkündür. Sonuçta padişahın gücü kendi başkentinde bile mutlak değildi ve sadrazam, bürokratlar, şeyhülislâm, ulema ve yeniçeriler tarafından dengeleniyordu. Yalnız, bu noktada söylemek gerekir ki, Osmanlı padişahı, hiçbir zaman Japon imparatoru kadar depolitize olmamıştı. Tokugawa şogunları gibi tek bir aileden gelmeyen sadrazamlar üzerinde çok daha büyük, görevden almayı bırakın, öldürme yetkisi kullanmaya kadar varan güçleri vardı. Aynı şekilde şeyhülislâmları istediği gibi değiştiriyor, ulemayı ve bürokratları çok daha yakından kontrol ediyordu. Yine de 19. Yüzyılın en önemli iki modernleşme hareketi olan Tanzimat ve Meiji ıslahatlarının, imparatorlukların eski veya kurucu hanedanları tarafından yapıldığı dikkate alınırsa benzerliklerin çok çarpıcı olduğunu ileri sürebiliriz.

Osmanlı ve Japonya arasındaki önemli farkların bir sonucunun, Osmanlının modernleşme çabasına Japonya’dan çok daha önce başlaması olduğu da söylenebilir. Pratikteki gücü ne olursa olsun, padişahın, hâlâ, onun devletine ne olacağı konusunda kaygıları bulunan, Osmanlılık ethos ve pathos’u veya asabiyesi yüksek çok sayıda adamı vardı. II. Mahmud dönemi reformlarından ve Tanzimat’tan çok önce, hatta Nizam-ı Cedit ıslahatına bile girişilmeden önce, yaşama hakları bile padişahın tasarrufu altında olan bu sınıfın fikriyatının sonucu olarak çok sayıda ıslahat önerisinin kaleme alınmış olması gerçekten de ilginçtir.

Günümüzün bazı tarihçileri Osmanlı dünyasında “ıslahat” önermenin padişahın gücünü restore etmek ve yeniden merkezileşmek anlamına geldiğinin uzun bir süredir farkındadır. Bu üstelik, Türk eğitim sisteminin 19. Yüzyıl Osmanlı modernleşmesini bir başarısızlık hikâyesi olarak kurgulayıp öğretmesi ve dönemi “inhitat / çöküş” veya “dağılma devri” olarak sunmasına rağmen böyledir. Bu “dağılma devri” bakışından hangi noktalarda ayrıldığımı herhâlde bu yazının kalanında anlatamam ama onun yerine bir soru sorayım: Biz, bugün, ıslahatı, merkezileşmeyle özdeşleştirebiliriz, hiç değilse merkezileşme veya yeniden merkezileşmenin ıslahatların sonucu olduğunu düşünebiliriz, peki döneminde ıslahatçılar bunun ne kadar farkındaydı? Daha açık yazayım, ıslahat önerilerinde bulunanlar, merkezin güçlendirilmesi ve taşranın yeniden fethi yolunda bir şeyler söylüyorlar mıydı? Mesela, bazı görüşlerini ayrıntılı olarak gördüğümüz Penah Efendi bu konuda ne diyordu?

Taşralıların âyanlığa alışık olduklarını, birbirlerini çekemediklerini, kendilerine hangi rütbe verilirse verilsin işe yaramadığını, alıştıkları gibi davrandıklarını ve “namus-ı saltanatı” bilmediklerini söyleyen Penah’a göre, önerdiği ıslahatı ancak merkezden atanan memurlar gerçekleştirebilirdi. Gerçekçi bir gözle bakıldığında “fütuhat ve devam-ı Devlet-i ‘Aliyye’ye sa‘y etmiş olanlar ekserileri ricâl-i Devlet-i ‘Aliyye’den ve saray-ı hümayun hademesinden vezaret verilen” kişiler olduğu görülürmüş. Bir de “hacegân” sınıfına önem veriyor ama şimdi girmeyelim… Evet, Penah’a göre hâlâ fetihler yapılabilir. Ama bu noktada dikkat edilecek bir husus vardır. Bu fetihler, yabancı ülkelere yönelik fetihler değil, içeride, yeniden yapılacak fetihlerdir. Devletin ancak önerdiği düzenlemelere himmet etmesiyle her şeyin yoluna gireceğini söyledikten ve taşraların düzensiz hâlinden dolayı yeni bir sefer olması durumunda işlerin daha ne kadar bozulacağı konusunda bir uyarı yaptıktan hemen sonra şöyle diyor:

Bi-hamdillahi ta‘âlâ bu Devlet-i ‘Aliyye bu devlettir ki mâlik olduğu memalik-i mahrusadan ziyade memleket iktiza etmez. Yunanca epangelia tis yis [vaat edilmiş topraklar / γη της απαγγελίας] yani Rumili ve Anadolu ve bazen Arabistan’dan âb ü hevâ ve mahsûlât ve itidal ve nezafet cihetiyle ve bahusus ‘arz-ı Dârü’l-hilâfe [İstanbul] Allahu ‘azimü’ş-şân cemî‘ afâtdan hıfz eyleye, bu ‘arzlara Allah’ın tecellisi var demektir. Tahrir olunduğu üzere nizamına ‘inâyet buyurulursa yeryüzünden külliyen zulm def‘ olacağından başka mirîye dahi fazla irâd olacağı zahirdir.”

Geldik mi yine Osmanlı ülkelerinin havasının, suyunun, toprağının güzelliğine; verimliliğine, ikliminin ılımanlığına, temizliğine? Penah, fazladan bir de Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın bazı bölgelerinin ve İstanbul’un Allah tarafından kutlu kılındığını söylüyor. Gereken, bu ülkelere bir düzen vermek, zulmü gidermektir. O zaman devlet, fazladan bir de gelire kavuşacakmış. Hâl böyle olunca Osmanlı devletinin sahip olduğu topraklardan fazlasına ihtiyacı olmazmış.

Penah Efendi’nin risalesini kimler için ve nasıl bir siyasî konjonktürde kaleme aldığını bilmiyoruz. Yalnız bu söyledikleri bir miktar fikir yürütmemize izin veriyor gibi. Evvela, risalesini 1200 / 1785-86’da yazdığını söyleyen Penah’ın, yine o yıl, yani Ruslara 1787’de sefer açıldığını görmeden öldüğünü söyleyelim. Yine de Osmanlı devletinde, 1783’teki Rusya’ya ilhak hadisesinden, hatta 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından beri Kırım’ın geri alınmasını isteyen bir grubun varlığı düşünülürse Penah’ın bu gruba karşı olarak yazdığını varsayabiliriz. Penah’ın fütuhat beklentisiyle Avrupa’ya / Rusya’ya savaş açılmasını savunanlara karşı “Önce kendi toprağımız görünen yerlere bakalım” demeye getirdiğini varsayabiliriz. Yalnız, Osmanlı İmparatorluğu’nun genel vaziyeti yukarıda anlatmaya çalıştığım gibiyse, ademimerkezîlik bu boyutlardaysa bu içe yöneliş de beraberinde çatışmaları getirmeyecek miydi?

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum