Görüşler

Yapılandırma ve refinansmanda kaçan fırsat kardeş kavgası

Yapılandırma ve refinansmanda kaçan fırsat kardeş kavgası

Aydoğan Semizer “Artık firmaların bankaların karşısına tam bir iyi niyetle çıkmalarının, bankaların da her firmayı özelinde değerlendirip, ülke ekonomisinin geneline göre çözümler bulmaya çalışmasının zamanı geldi” diyor.

Böyle bir fırsat var mıydı, sorusunun cevabını almak için 2018’’in Temmuz-Ağustos aylarına gitmek gerekmektedir.

O tarihlerde ortaya çıkan kur artışları, faiz yükselişleri, kredi daralmaları, ekonomide yavaşlama, durağanlaşma şeklinde ülkenin tepesine kara bulut gibi çökmüştü.

Bu şaşkınlık 2018 yılının sonlarına kadar sürmüş, hükümetin yerinde ve zamanında aldığı tedbirlerle 2019 yılı bir umut yılı olarak görülmeye başlanmıştı.

Faizleri indirme çabaları, (KGF), Bankacılık Sektöründe yasal düzenlemelerde esneklik sağlanması, FYYS çalışmaları ve de kamu bankalarının seferber edilmesi, 2019 yılının bir toparlanma yılı olarak kabulünü haklı hale getirmişti.

Hal böyle iken 2019 yılında ‘ailenin’ yani ‘devlet’in parasını ve malı ile üretimini yönetme konusunda iş bölümü yapmış ikiz kardeşler durumundaki finans sektörü ile reel sektörün birbirine saldırma şeklinde ortaya çıkan uzlaşmazlıkları, ekonominin gerçek rayına oturtulması konusunda çok büyük bir fırsatın yok olmasına neden olmuştur.

Ancak henüz geç değildir ve tarafların müzakere formatlarını değiştirip en kısa zamanda bir anlaşmaya varmaları, ekonomimizde çok ciddi rahatlama sağlayacaktır.
Otuz yılı aşkın bir süredir bu anlaşma ve anlaşmazlıkların içinde olup, hukuku taraflardan birisinin emrine vermek yerine onu müşterek iradenin şekillendirilmesinde kullanmaya özen gösteren bir hukukçu olarak, edindiğim bilgi ve birikimim doğrultusunda bu uzlaşmayı önleyen unsurları iki taraf açısından da ortaya koymam gerektiğini ve buna hakkım olduğunu düşünüyorum.

Reel Sektör Tarafının Yanlışları

Borçluların çoğu, kazandığı paranın aldığı kredinin faiz ve anaparasını ödemeye yetip yetmeyeceği konusunda gerçekçi bir hesap ortaya koymadı.

Firmalar bankaların, kaç yönden denetime tabi olduklarını, hukuksal yapıları nedeniyle tüccar gibi hareket edemeyeceklerini göz ardı etti.

Bankaların her 100 lira mevduatın en az 15 lirasını disponibilite, BSMV ve TMSF primi gibi yerlere verip, kalan 85 lira ile 100 liraya ödediği faiz, genel giderler ve karını karşılayacak parayı kazanmak zorunda olduklarını görmezden geldi.

Bankaların 100 lira mevduat toplayıp bunun 85 lirasını kullanırken dışarıdan da 35 lira borçlanarak 120 lira kredi dağıttıklarının farkına varmadı.

Ortalama mevduat vadesinin üç ayın bile altında olduğunu, bankaların üç ayda bir değişik vade ve faizle para toplamak zorunda kaldığını hiç hesaba katmadı.

Şirketler kredinin ödeme zamanı geldiğinde bankaları, kendisini soymaya kalkan, kan içen vampir olarak görüp, almasa ne olur veya isterse yapar yahut şimdiye kadar verdi, yine versin diye bir düşünce geliştirdi.

İpotekli bir malın icra yoluyla satılma süresi 4-5 yıl olmasına rağmen firma sahipleri verdikleri ipotekleri anında nakde dönecek enstrümanlar gibi görüp, “benim borcumu karşılayacak ipoteğim var” psikozuna girdi.

Borçlu firmaları “getirisiz aktif” konumunda olan mallarını bile “değerini bulmadığı” iddiasıyla satmayıp, borçlarını ödeme yoluna gitmedi.

Firmalar işlerin iyi gitmediğini anlayınca o işe belki de sahibinden fazla para koymuş bankaya gitmek yerine başka bankalardan ve kişilerden borç alarak, olayı içinden çıkılamaz hale getirdi.

Borçlular sık başvurdukları konkordato’nun faizi durdurmamakta, ipotekli malın satışını önlememekte, kefilin sorumluluğunu kaldırmamakta ama çekini/senedini geçersiz hale getirip, şirketin geleceğini konkordato komiseri ve “yargıcn iki dudağı arasına” teslim etmekte olduğunu, yani konkordato’nun bir çıkış yolu olmadığını anlamadı.

Bankanın mevduatını çekmeye gelen kişiye “valla ben senin paranı falan şirkete kredi olarak vermiştim, o şirket de borcunu ödemedi o yüzden ben de senin paranı ödeyemiyorum” diyemeyeceğini düşünmedi.

Finans Sektörünün Yanlışları

Bankalar her şart altında “büyüme” ve “rekabet” çabası içinde oldu.

Bu durum, bir firmanın yirmiden fazla bankadan kredi alabilmesi ve yine bir firmanın aynı bankadan otuzdan fazla değişik türde kredi kullanmasını mümkün kıldı.

Bazı kişilerin “soyadına”, “unvana” ”piyasadaki popülaritesine” güvenerek teminatsız kredi verme yarışına girerek kaynak israf eden bankalar ne yazık ki, şimdi de icra takibi yaparak teminat alma yarışına girmiş bulunuyor.

Bankalar, ekonominin ve firmanın gerçeklerinden çok, bankacılık mevzuatının kendilerine dayattığı rasyo, kar/zarar, NPL ve karşılık yönetmeliği, IFRS gibi hususları ön plana almak zorunda kaldı, bazı bankalar, alacaklarının tahsili için, artık ülke ekonomisine mal olmuş ve yüzlerce, binlerce, on binlerce kişi çalıştıran firmaların batmasına göz yummayı hak olarak görür hale geldı.

Firmanın gerçek ödeme gücü yerine EBİTDA denen ve ışığa tutulmuş kristal prizma gibi ne tarafa çevirirseniz başka renkler verebilen bir kavramı “ödeme gücü” olarak kabul etti.

Sektörün asıl eksiği ise etkin bir kredi takip mekanizmalarının olmayışı.

Bankalar sadece dönem faizlerinin ödenmesini takip edip, faizin firmanın serbest nakit akışından değil de bir başka bankadan alınan kredi yahut çok yüksek faizle yapılan Faktoring ile ödenmesine bile aldırış etmiyor.

Sonuç olarak da “Kredi Takip Bölümleri”, ne yazık ki, kredinin ödenemeyecek duruma gelmesinden en erken dokuz ay sonra haberdar oluyor.

Firmanın SGK primleri, stopaj, KDV gibi ödemelerini zamanında yapıp yapmadığı bile kredi veren banka tarafından takip edilmiyor.

Finans sektörü “takke düşüp kel göründükten sonra” da yazlık sinemalarda geçerli olan “erken gelen yer bulur” mantığıyla birbirleriyle yarışa girerek ve ne yazık ki hukuk sistemimizin onlara tanıdığı ayrıcalıktan yararlanarak, sabah müracaat edip öğleden sonra “ihtiyati haciz” kararı alma (buna rağmen bankalar yasaların borçluyu koruduğunu iddia ederler) ve uygulama yoluna gidiyor.

Bu hacizler firmanın elini ayağını bağlayıp, onun mevcut kredibilitesini de yok ederken alacaklı bankaya da hiçbir fayda sağlamıyor.

Bir teklifin Genel Müdürlüğün ilgili bölümlerinde incelenmesi, borçluyla müzakeresi aylar, yıllar almaktadır.

Bundan kurtulmanın tek yolunun da banka ve firma tarafından tam yetkilendirilmiş kişilerin “maraton toplantılar” yapıp, sonuç almadan görüşmelere ara verilmemesi olduğuna inanıyorum.

Bunun gibi müzakere masasında da “o banka ne aldı ben ne aldım?” yarışı başlamaktadır.

Müzakereler sırasında bankaların vade, faiz gibi hususlardaki görüş birliğine varmaları aylarca sürebiliyor.

Bankaların krediyi takip konusundaki eksiklikleri yapılandırma, refinansman çalışmalarında da kendini gösteriyor, tüm müzakereler firmadan alınan iyimserliğe dayalı bilgi ve belgeler üzerinden yapılıyor.

Bankaların bu bilgileri doğru değerlendirip bir rapor haline getirecek elemanları yok. Her birini birkaç sektörde ihtisaslaştırarak yirmi genci krediyi verildiği yerde denetleyecek şekilde yetiştirmesi halinde, bu gençlerin “erken teşhisi” her bankaya yılda en az 50 Milyon Dolar kredisinin canlı kalmasını sağlayacak.

Bankaların sık kullandıkları bir enstrüman da “zarar yazarız” beyanı. Yani bankalar genel karlarına değil sadece o kredideki zarara bakma ve tüm zararı firmaya yükleme alışkanlığından bir türlü kurtulamadılar.

Firmanın faiz yükünden kurtulmak için mallarını ve hisselerini borcuna karşı Bankaya verme talepleri maalesef bankalarca reddediliyor. Gayrimenkuller “Banka emlak şirketi değildir” gerekçesiyle, hisse teklifleri ise “bu iştirak anlamına gelir ve bizim konsolide bilançomuzu bozar” diye geri çevriliyor.

Oysa o malın 2-3 yıl banka bünyesinde kalmasına bankanın tahammülü var ve bu kredilerin çoğu zaten örtülü bir iştirake dönüşmüştür.

Ne yazık ki, bu inatlaşma yüzünden 2019 yılı bir uzlaşma ve toparlanma yılı olmak yerine tam bir dağınıklık yılı oldu.

Bankaları kredi vermeye, hazine bonosu almaya zorlamak için “aktif rasyosu” oranının yüzde 100 olmasını şart koşan kararla kredilerde kısmi bir canlılık yaratılacağı ise kuşkusuz.Ancak bu rasyonun payı ve paydası arasındaki fark zaten çok az ve bu karar sorunu çözmeye yetmeyecek. O nedenle herkes her şeyi devletten beklemeden önce kendi kapısının önünü süpürmeli. Unutulmamalı bankaların verdiği para banka sahibinin parası olmadığı gibi, bu parayla yapılan yatırım da artık firma sahibinin değil ülke ekonomisinin malı haline gelmiştir. Yani her ikisi de bu ülkenin yarattığı kaynak olup, israf ve yok edilemez. O nedenle firmalar ve bankalar derhal ama derhal bir araya gelip, firmaları çalışır bankaları da bankacılık yapar hale getirmelidir. Bunu yaparken de bir firmanın ödeme gücünün yaratabildiği serbest nakit akışı ile sınırlı bulunduğu unutulmamalı. EBİTDA ve nakit akış projeksiyonu gibi enstrümanlara dayalı sözleşmelerden beklenen sonuçların gerçekleşme olanağı da çok zayıf. Bu gibi sözleşmeler yapılırken kazançla ödeme arasında esneyebilen bir bağ kurmanın şart olduğu kabul edilmedikçe, iki sektör arasında kalıcı bir barış sağlamak mümkün olmayacak.

Artık firmaların hiç vakit kaybetmeden bankaların karşısına tüm açıklıklarıyla ve tam bir iyi niyetle çıkmalarının, kapılarını bankalara sonuna kadar açmalarının zamanı geldi. Bankaların da her firmayı özelinde değerlendirip, ülke ekonomisinin geneline göre çözümler bulmaya çalışmasının kaçınılmaz olduğu kabul edilmeli.
Bu sancılı dönemde; kendi imkanlarımızla sağlayacağımız bu barış, bizi diğer ülkelerin önünde bir yere getirecek.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir