Görüşler

Kantorowicz’in mitlerden siyaset teolojisine geçişi

Kantorowicz’in mitlerden siyaset teolojisine geçişi

‘Tuhaf Günler Peşimizde’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Kantorowicz ‘Kralın İki Bedeni’ başlıklı çalışmasında devletin sürekliliği düşüncesinin nasıl işlediğini açıklıyor” diyor.

Ernst H. Kantorowicz’in Kralın İki Bedeni başlıklı çalışması günümüzde de siyasi düşünce tarihi hakkında yazılmış en özgün, en kapsamlı ve en ayrıntılı eserlerden biri sayılıyor. Alman tarihçi ortaçağdan modern zamanlara uzanan uzun bir zaman içinde devletin sürekliliği düşüncesinin nasıl işlediğini, hukukun bu düşünceyi pekiştirmek ve kolektif hafızaya yerleştirmek için nasıl gerekçeler bulduğunu açıklıyor.

1895 yılında Prusya’nın bugün Polonya sınırlarında kalan bölgesinde, Poznan’da bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Kantorowicz, Alman ordusunda subay olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştı. Savaşın ertesinde radikal milliyetçi unsurlardan oluşan paramiliter Freikoops örgütünün bir militanı olarak doğduğu bölgedeki Polonyalı ayrılıkçılara, sokak gösterileri düzenleyen Spartakistlere, komünistlerin ve anarşistlerin kurdukları Bavyera Sovyet Cumhuriyet’ne karşı yapılan saldırılarda yer aldı. 1919’de Münih’de başladığı tarih öğrenimini Heidelberg’de sürdürdü. Şair Stefan George’un çevresinde toplanan genç edebiyatçıların, sanatçıların oluşturduğu ve George Çevresi (George-Kreis) olarak anılan topluluğa bu şehirde katıldı. Söz konusu topluluk Stefan George’u Almanya’nın geleceği hakkında geniş vizyon sahibi olan bir bilge, hatta bir kahin olarak görüyordu. Tarih öğrencisi Kantorowicz de onun müritlerinden biri olmuştu.

George Çevresi sayıca küçük, fakat idealleri büyük bir topluluktu. Bu entelektüel ve romantik topluluk yeni bir Reich yaratma, Almanya için mitlerden, efsanelerden yararlanarak bir gelecek inşa etme idealine sahipti. Onlara göre Alman halkının canlanma sağlayacak yeni bir ruh haline, selamete götürecek anlatılara ihtiyacı vardı. Mitleri güncelleyen bir tarih anlayışı buna katkıda bulunabilirdi. George Çevresi’nin ideallerini benimseyen genç tarihçi Kantorowicz de Alman halk kültüründeki mitleri, efsaneleri canlandırmayı, bunları gözden geçirip yeniden işlemeyi, bunlara dayalı tarih yazmayı istiyordu, bunu adeta bir misyon olarak benimsemişti. Söz konusu ideal onun erken dönem tarih anlayışını belirledi.

Kantorowicz genç bir tarihçi olarak bu amaç doğrultusunda tarihe yaklaştı ve II. Frederik başlıklı ilk eserinde George Çevresi’nin tarihe yaklaşımıyla örtüşen bir eser yarattı. 1927’de yayımlanan bu tarihsel biyografiyi mitler üzerine kurulu bir tarih anlayışıyla yazmıştı. Kitap tam da George Çevresi’nin istediği gibi Alman halkının uzak geçmişe dair belleğini tazeledi. Nasyonal Sosyalistler de bu anlayışı politika alanına uygulayacak, Alman halkının coşkuyla karşılayacağı ve tam destek vereceği mitlerle yapılandırılmış bir politika inşa edeceklerdi. II. Frederik biyografisi ilerleyen yıllarda Nasyonal Sosyalist ideolojinin yayıldığı Almanya’da çok satılan ve çok okunan bir kitap oldu. Ancak çok ağır eleştiriler de aldı. Yeni Reich’ı inşa edecek, kitlelerin koşulsuz itaat edecekleri yeni bir II. Frederik modeli sunduğu, bir Führer yaratma projesi olduğu ileri sürüldü. Kitabın başında Vergilius’un dünyanın geleceğini belirleyecek olan bir liderin gelişini müjdeleyen ve kutlayan dördüncü çoban kasidesinden uzun uzadıya söz ediliyor, bu kehanetin ortaçağ koşullarında gerçekleşmiş olduğu belirtiliyordu. Kantorowicz Almanya’nın dünya hâkimiyetinin, sorgulanmaz mutlak otorite sahibi önderin yol göstericiliğinin propagandasını yaptığı gerekçesiyle liberal çevrelerin ağır eleştirilerine uğradı. Fakat bir kez daha belirtmek gerekiyor ki, Steve Rowan’ın “faşist klasik” olarak nitelediği bu kitapta portresi çizilen mutlak otoriteyle donanmış lider figürü Alman halkının çoğunluğunun beklentileriyle örtüşüyordu. Geçmişten gelen kahramanın Führer olarak yeniden cisimleşecekti. Kantorowicz olgunluk yıllarında bu eleştirilerde haklılık payı bulunduğuna ikna oldu ve kitaptan söz etmekten kaçındı, başkalarının da söz etmesini istemedi. Almanya’da kitabın yeni basımını yıllarca engelledi, izin vermedi.

II. Frederik kitabından otuz yıl sonra bir tarihçi olarak bugünkü haklı ününü borçlu olduğu Kralın İki Bedeni yayımlandığında eski tarih anlayışını da terk etmişti. (Kantorowicz, Kralın İki Bedeni: Ortaçağ Siyaset Teolojisi Çalışması, çev. Ü.H. Yolsal, BilgeSu, 2018). Gerçekten, bu yeni çalışması ilk kitabının tam aksine tarihi mitlerden arındırma girişimidir. Çok da başarılı bir girişimdir. Mitolojiden kopmuş politik teoloji alanına geçmişti Bu tarih anlayışında doldukça farklı bira yaklaşımı ifade ediyordu. Ortaçağ siyasi düşünce tarihi ve hukuku üzerine olağanüstü önemde çalışmalardan biri. Kantorowicz başyapıtı kabul edilen Kralın İki Bedeni’ni Amerika’da yazdı. Bu kapsamlı incelemenin üzerinde uzun yıllar çalıştı. Hukuk onun yabancısı olduğu bir alandı. Ortaçağa değin uzanan hukuk metinlerine başvurmak, bunları ayrıntılarıyla incelemek zorundaydı; bu da hayli zaman almıştı. Kitabı yazma sürecinde Berkeley’de verdiği derslerde hukuku ne kadar önemsediğinin ve güçlükleri aşarak hukukla kurduğu temasın izlerini bulmak mümkündür. Öğrencilerinden ortaçağ Avrupa’sı hukukuna dair ellerine geçen her şeyi okumalarını istiyordu. Kitabın “Ortaçağ Siyaset Teorisi Çalışması” alt başlığını taşıması “politik teoloji” kavramını düşüncesinin kilit terimlerinden biri olarak kullanan Carl Schmitt’i akla getirse de Kantorowicz’in Schmitt’e herhangi bir düşünsel borcu olmadığı, Kralın İki Bedeni’nde ondan yararlanmadığı kabul edilir.

Kralın iki bedene sahip olduğu kökleri ortaçağlara dayanan bir kurgudur. İnsan zihninde yaratılmış bu kurguya göre kralın ölümlü olan bir doğal (biyolojik) bedeni, bir de hukuken ve siyaseten ölümsüz olan politik bedeni mevcuttu. Bu iki beden birleşmiş, tek bir beden haline gelmiştir. Ancak, bu birleşmede etkin olan siyasi bedendir. Doğal bedeni kendine bağlamış, onu bütün kusurlarından, zaaflarından, kifayetsizliklerinden arındırmıştır. Birleşmede siyasi beden doğal bedene egemen olduğu ve etkisini koruduğu için kral mükemmeldir, onun bütün eylem ve işlemleri mutlak doğrudur. Şu halde siyasi beden krala bir tür tanrısallık kazandırmaktadır. Tanrıya özgü sayılan bazı özellikler krala da atfedilmekte ve bir “gizli tanrı”ya (deus absconditus’a) dönüştürülmektedir.

Kantorowicz İngiltere’de Tudor dönemi hukukçularının kararlarından örnekler vererek bu kurgunun mutlakiyetçi düzeni meşrulaştırmak, devletin sürekliliğini vurgulamak için yargı alanında nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor. Söz konusu kurgu uyarınca kral mutlak doğruyu temsil ediyor, hiç yanlış yapmıyordu. Buna göre kralın ölümsüz siyasi bedeni kusursuz, mükemmel ve mutlaktı. Ortaçağdan gelen bu anlayış kralın meleksi bir karaktere sahip olduğu inancına dayanıyordu. Kral kutsal ruhların ve meleklerin bir suretiydi. Kutsal ruhlar ve melekler günah işlemedikleri için onların bir sureti olan kral da günah işlemekten muaftı. Bu kurgu doğrultusunda hukuk teolojik bir temelde yorumlanıp uygulanıyordu. Bir diğer ifadeyle, Elizabeth dönemi hukukçuları iki bedenin birleşikliği konusundaki açıklamalarında ve kararlarında teologlar gibi değerlendirmede bulunuyor, mutlakiyetçi düzeni teolojik temelde meşrulaştırıyorlardı.
Kantorowicz’in üzerinde özellikle durduğu ve kitap boyunca atıfta bulunduğu Lancester Düklüğü Kararı kraliyet hukukçularının konuya yaklaşım ve uygulamaları hakkında iyi fikir veriyor. Bu davada dükün kral olmadan önce yaptığı tasarrufların geçerliliği gündeme gelmişti. Kraliyet hukukçuları dükün henüz kral unvanını kazanmadan, hatta henüz reşit olmadan kraliyet mülkü bağışlamasının kralın yapmış olduğu bir hukuki tasarruf olarak değerlendirilmesi gerektiğine karar vermişlerdi. Henüz kral olmayan dük doğal bedeniyle hukuki bir tasarrufta bulunmuştu. Fakat hukukçulara göre buna rağmen imtiyazdan yoksun değildi; çünkü dük ölümsüz olan ve egemenliğin sürekliliğini sağlayan siyasi beden sayesinde kralın sahip olduğu imtiyazlara henüz tahta oturmadan sahipti. Böylelikle siyasi beden adaletin, hukukun kaynağını ve temel dayanağını oluşturuyordu.

Peki, dönemin hukukçuları “ölüm hakikati”ni nasıl değerlendiriyorlardı? Bu konuda ne söylüyorlardı? Doğal beden diğer insanlarda olduğu gibi ölüme tabi olmasından dolayı kralın ölümüyle birlikte elbette siyasal bedenden ayrılıyordu. Ancak hukukçular bu ayrılmayı ifade etmede ölüm sözcüğü yerine “kralın feragati” terimini kullanıyorlardı. Ölüme tabi olmayan siyasi beden bir doğal bedenden “feragat” ederek, yani onu bırakarak, bir başka doğal bedene geçiyordu.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir