Görüşler

Jean-Luc Nancy ve ortaklık

Jean-Luc Nancy ve ortaklık

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Jean-Luc Nancy modern dünyada ortaklığın dağılışına, parçalanmasına ve nihayet çöküşüne tanık olduğumuzu ve bunun ‘can yakıcı tanıklık’ olduğunu belirtir” diyor.

Çağımızın en etkili ve en esinlendirici düşünürlerinden biri olan Jean-Luc Nancy modern dünyada ortaklığın dağılışına, parçalanmasına ve nihayet çöküşüne tanık olduğumuzu, bunun ‘can yakıcı tanıklık’ olduğunu belirtir ve ortaklığı yeniden düşünmenin önemini vurgular. (Nancy, Esersiz Ortaklık, çev. D.Çetinkasap, Yayınları, 2019, s. 17). Yeniden düşünme neoliberal küreselleşmeye güçlü bir alternatif imkânı verecektir. Ama en az bunun kadar önemlisi, yeni bir sosyalizm anlayışının doğuşunun da kuramsal zeminini oluşturacaktır.

Tönnies devlet ve diğer modern siyasal kurumların örgütlenmesiyle, endüstrileşmeyle birlikte organik toplumunun, cemaatin (Gemeinschaft’ın) dağıldığını, toplumsal bağların koptuğunu saptamıştı. Nancy’in sözünü ettiği parçalanma ve dağılma bu değildir. Peki nedir ortaklık? Nancy’nin tanımıyla, “Ortaklık, ihtiyaçların ve kuvvetlerin bir araya getirilip tasnif edilmesinden ibaret toplumdan farklı olduğu kadar insanları silahlara ve zafere mahkum ederek ortaklığı dağıtan askeri egemenliğe de karşıttır“ (Nancy ,a.g.y.,s 29). Ortaklık kaynaşma değildir. Kaynaşmayan, ama birbirinden izole de olmayan tekil varlıkların biraradalığıdır.

***

Nancy ortaklık konusunu ilk kez 1983’de Aléa dergisinde yayımlanan yazısında ele almıştı. Aynı yıl Maurice Blanchot onun bu yazısına karşılık İtiraf Edilemeyen Cemaat’i yazmış, adını henüz sınırlı bir çevrede duyurmuş genç düşünürün yazısını bir kitapla değerlendirmişti. Blanchot gibi Avrupa düşüncesinde kendini kanıtlamış bir yazarın denemesini bir kitapla değerlendirmesi Nancy’yi kuşkusuz mutlu etmişti. Asıl önemlisi, iki düşünür arasında ortaklık konusunda felsefi bir diyalog başlamış, Nancy dergideki yazısıyla aynı başlığı taşıyan bir kitapla, Esersiz Ortaklık’la diyaloğu sürdürmüştü. Ortaklık o zamandan beri onun birçok kez döndüğü ve yeniden ele aldığı bir konu.

Esersiz ortaklıktan neyi anlamalıyız? Bu soy bir ortaklığın kuramlaştırılması kavramsal kuvvetini nereden alır? Nancy’nin ortaklığa dair yazılarında çıkış noktası öncelikle Heidegger’in Varlık ve Zaman’da ölüm, zamansallık, sonluluk konularındaki düşünceleridir. Heidegger’e sol yorum getiren bir düşünür olarak da bilinen Nancy ortaklık konusundaki düşüncelerini geliştirirken onun özellikle Mitsein (birlikte olmak) kavramından yararlanır. Nancy’ye göre Heidegger Mit (ile) edatını bir kavrama dönüştürmüştür. Gündelik dildeki bir sözcüğü ontolojisinin temel kavramlarından biri haline getirmiştir.

Varlık ve Zaman’da Batı metafiziğini eleştiren, varlığı sorgulayan Alman düşünür bu kavramla insanın ancak başkalarıyla birlikte varolabileceğini ileri sürmüştü. Ona göre içinde yaşadığımız dünya “birlikte dünya”dır (Mitwelt). Burada birlikte olma ile kastettiği gündelik kamusal hayatın ötesinde bir varoluştur. Bir başka ifadeyle Heidegger için birlikte varolmak ontolojik bir anlama ve değere sahiptir. Heidegger’in Mitsein kavramını radikal biçimde yorumlayan Nancy tekil varlıkların birer atom olmadıklarını, varoluşumuzun ilişkisel olduğunu belirtir. Oysa kapitalist toplumda ekonomik insan yüceltilmiş, onun biricik özgürleşmiş özne olduğu ileri sürülmüştür. Bu tanım bize insanları ancak ekonomik alanda birbirleriyle temas eden, bunun dışında birer atom olarak varolan özneler olarak sunar. Nancy’e göre kapitalizmin bireyciliği atomcu felsefenin bir türüdür. Bu felsefe bireyleri mutlak bağlantısız olarak görür. Nancy’nin ifadesiyle Batı düşüncesinde değişik biçimler ve kavramlarla (örneğin, Hegel’de Devlet olarak) karşımıza çıkan mutlak bu kez birey olarak görünür. Kendine yeterlidir ve ilişkiye ihtiyaç duymaz. Mutlak biçimde ayrıdır. Atomlar gibi birbiriyle temassız, bağlantısız bireyler sadece kendileri içindir. Burada söz konusu olan Batı metafiziğindeki “mutlak özne mantığı”dır. Alternatifi ise tekil varlıkların ortaklığı, Nancy’nin köklerini Heidegger’de bulduğu bir kavramla söylersek “ortaklık-ta varlık “tır; çünkü gerçekten, tekil öznenin varoluşu ilişkiseldir. Mutlak özne anlayışı insanı bağlardan bağımsız ve yalnız olarak resmetse de o başkalarıyla, yabancılarla ilişki içinde varolur.

***

Nancy aileden antik çağın şehir devletlerine, oradan ilk Hristiyan topluluklarına, komünyona değişik çağların farklı ortaklık biçimleri yarattığını da hatırlatır. Onun ortaklık örnekleri arasında eşitlik, kardeşlik ve adalet temalarını barındıran sosyalizm fikri yer alır. Ne ki reel sosyalizmin böyle bir ortaklık idealini gerçekleştirmekten hayli uzak kaldığını da ekler. Batı tarihinde kaybolmuş bir ortaklık düşüncesinin, buna bağlı olarak da bir ortaklık nostaljisinin bulunduğunu belirtir. Batı “yitirilmiş bir kardeşlik, tanışıklık ve birlikte yaşama duygusunun yasını” tutmaktadır. (Nancy , a.g.y.,s. 29).

Nancy ve Blanchot arasındaki ortaklık konusundaki felsefi diyalogun zemininde Georges Bataille var. Diyaloğu Bataille’ı okuyarak yürütmüşler. Bataille 1930’larda Stalin’in terör rejiminin uygulamalarını da dikkate alarak komünizm ve ortaklığın dağılışı konusunda bir dizi yazı kaleme aşmıştı. Bataille da Sovyet deneyiminin başarısızlığına, yarattığı hayal kırıklığına vurgu yapar.

Sovyet Devrimi üretimi insanın temel etkinliği olarak ele almış ve sonuçta onu sadece üreten varlık, emekçi olarak tanımlamıştır. Kuşkusuz, karmaşık ve çok yönlü insanı tanımlamaktan çok uzak, çok eksik bir tanımdır bu; kapitalizmin ekonomik insanı (homo economicus’u) kadar eksik bir tanım. İkisi de tahayyül eden oyun oynayan, bunlara benzer daha pek çok niteliğe sahip insanı yok sayarlar. İkisinde de dar bir varoluş alana mevcuttur. Bu alanların biri fabrikada diğeri piyasadır. Reel sosyalizm işçiyi çalışma zorunluluğun alanına kapatıyordu. O da Batıdaki sınıfdaşları gibi üretim bandına bağlanmıştı. ( 1970’lerde Birikim dergisi ekonomik sapma nitelemesiyle Sovyetler’deki soruna en doğru tanıyı koymuştu).

***

1956 yılında Macaristan’da bürokratik diktatörlüğe karşı yükselen muhalefet ayaklanma başlatmış, özyönetim organları, konseyler kurma girişiminde bulunmuştu. Ortaklık idealini gerçekleştirme potansiyeli taşıyan bu girişim Sovyet tanklarının Macar halkının üzerine sürülmesiyle kısa sürede ezilmiş, yine devlet baskısı kurulmuştu. İlginç olan isyanın fabrikalarda işçiler tarafından başlatılmış olmasıdır. 1953 yılında Budapeşte’deki demir-çelik fabrikasında işçilerin düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, yetersiz beslenme nedeniyle başlattıkları grev isyanın başlangıç noktasıydı. İşçiler zaruret alanının dışına çıkmayı, özgürlük alanına sıçramayı arzulamışlardı.

Nancy ve Blanchot arasındaki topluluk ortaklık konusunda gelişen felsefi diyaloğun ortak zeminini George Bataille’ın 1930’lardan başlayarak dönemin uluslararası politik durumunun ve koşullarının etkisi altında kaleme aldığı politik denemeleri oluşturuyordu.Bunlar arasında FKP’den (Fransız Komünist Partisi’nden) dışlanmış anti-Stalinist aydınlarca çıkarılan Le Critique Sociale adlı dergide yayımlanan “Devlet Sorunu” başlıklı yazısı birkaç açıdan önemlidir. Marksizmle ilişkisi çok kısa süren Bataille 1933’de yayımlanan bu yazısında Stalin rejimi altında
devrimin çöktüğünü, geride hiçbir umut kalmadığını, sadece budalalık ölçüsünde iyimser olanların bunun aksini düşündüklerini yazıyordu. Devrim artık hiçbir yerde mümkün değildi. (M.Surya, Georges Bataille: Ölüm Uğraşı, çev. I.Ergüden, Alfa, 2013, s.225-230).

Bataille çok yerinde olarak Sovyet devriminin sonucunda devletin güçlendiğini, bunun da devlet ve devrimci bilinç arasındaki karşıtlığı net biçimde ortaya koyduğunu yazıyordu. Ayrıca, homojenliğin üretici toplumun özelliklerinden biri olduğunu vurguluyordu. Toplumsal homojenliği teşvik eden üretim araçlarının sahipleriydi. Kapitalist toplumda sermaye sahibi, sosyalist toplumda ise devlet.

Bataille bürokratik, otoriter reel sosyalizmin “üretim için üretim” anlayışına, Batının kapitalist üretim-tüketim döngüsüne alternatif olarak antropolog Marcel Mauss’un ‘ilkel’ denilen toplumlarda tespit ettiği armağan ekonomisini ortaya koyuyordu. Mauss, Pasifik’in kuzey sahillerindeki yerli kabilelerinin karşılıklı armağan verdiklerini, hatta armağan vermede ve zenginliklerinden feragat etmede yarıştıklarını gözlemlemişti. Kabileler arasındaki cömertlik yarışı köklü bir gelenek, bir varoluş biçimiydi. Klasik iktisadın ve Marksist ekonomi politiğin anlayamayacağı ve kabul edemeyeceği bir şeydi bu. Mauss armağan vermenin, karşılıksız elden çıkarmanın, yoksullaşmanın bu topluluklara canlılık kazandırdığı sonucuna varmıştı. Bunlar üretim için üretim yapmayan, mal mülk edinmeyi küçümseyen topluluklardı. Aslında armağan verme ekonomiden ziyade oyun düşüncesi kapsamında düşünülmeliydi.

***

Bataille kapitalist ekonomiyi ve reel sosyalizmin üretim için üretim anlayışını eleştirirken bir de israf düşüncesinden yararlanmış, daha doğrusu israf sözcüğüne politik bir anlam vermiştir. İsraf kavramı öncelikle kapitalist ekonomideki biriktirmenin karşıtıdır. Keza, tüketimden de bütünüyle farklı bir davranışı ifade eder. İsraf yıkıma, bütün servetin tüketilmesine yol açacak ölçüde harcamadır. Yoğun coşku içinde gözden çıkarmadır.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir