Yüz yıl önce yüz yıl sonra Ramazan

Ramazanınız mübarek olsun, aziz okuyucular…

Ramazan’da gönüllü aç susuz durarak hem Rabbimizin bahşettiği nimetlerin ne kadar değerli olduğunu hatırlarız hem de açların sıkıntısını tecrübe ederiz. Böylece Ramazan ve oruç bizim insan tarafımızı ortaya çıkarır ve bizi Allah’a yaklaştırır. Bu fırsatları bahşeden Allah’a hamdolsun.

***

Ruşen Eşref Ünaydın’ın yüz yıl öncesinin savaş ortamında yazdığı Diyorlar ki adlı eserinden:

“Ailemizin altmış beş Ramazan görmüş en son ihtiyarlarından biri, içinden salavat getirirken

- ‘[İftar topu] atıldı mı yavrum?’ diye sordu.

- ‘Evet.’

Şehadet parmağını tuza bandı. Besmeleyle orucunu açtı. Gözlerinde bir teessür hissettim.

- ‘Kusura bakma büyükhanım. Size iftarlığı lazım geldiği gibi hazırlayamadık’ dedim.

- ‘Buna da şükür oğlum… Sizler daha gençsiniz. Yüreğinize esef koymayın. Bunlar da gelir geçer. İyi günler de görürsünüz inşaallah... Ya bizler…’ dedi. Elindeki lokmaya gözyaşları damladı. Bu sene kursağına giden ilk Ramazan lokmasına gözünün yaşı katık oldu…

Kim bilir daha nice bin Müslümanın evinde bu Ramazan, reçel, simit, pide yerine böyle gözyaşlarıyla karşılanmıştır. Ağlasak da hakkımız yok mu? Bütün gönüllere bu yıl can ve devlet acısı çöktü.”

***

Yüz yıl önce İstanbul’un güngörmüş bir ailesinin yaşadığı bu dokunaklı iftar hatırasını, yazının elime geçtiği kaç yıldır her Ramazan öncesinde okurum ve o olayı kendim yaşamış gibi duygulanırım. Bazı sıkıntılarımız olsa da, bugün sahip olduğumuz imkânların kıymetini bilmek için o günleri anlatan böyle yazıları okumamız, okutmamız gerektiğini düşünürüm.

O yıllarda sadece İstanbullu ailelere değil, bütün İslâm dünyasına “can ve devlet acısı” çökmüştü. Çok şükür biz o acılı yılları geride bıraktık. Belki tarihimizde ilk defa -birkaç mevzii sıkıntılar ve terör olayları dışında- millet olarak savaşsız geçirdiğimiz Ramazanların sayısı yüze yaklaştı. Bunun ne büyük nimet olduğunu bir düşünelim. Çocukluğumuzda büyüklerimizden Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında çektikleri yokluğu, kıtlığı, sefaleti ve can derdini dinlerken dehşete düşerdik; insanların bütün bunlara nasıl katlanabildiklerine şaşardık.

***

Yüz yıl sonra hâlâ “can ve devlet acısı” çökmüş Müslüman milletlerin, elindeki iftar lokmasına gözyaşları damlayan annelerin, büyükhanımların olması ne acı! Kaç milyon Müslüman, kaç Ramazandır, kim bilir kaç yüz senelik, kaç bin senelik ata yurdunu terk ederek yabancı diyarlarda sığınak aramıyor mu, çocuğu sırtında? Öz yurdunda bulamadığı can güvenliğini, geçim imkânını bulabilmek ve biraz insan yerine konmak umuduyla…

Bütün bunlar neden? İslam toplumlarının kendi insanına ağız tadıyla Ramazanlar yaşatacak imkânları mı yok? Elbette var. İslâm ülkelerinin büyük sorunu, imkânlarının olmaması değil, imkânlarını kendi insanının huzur ve mutluluğu için kullanmaya yetecek aklının olmamasıdır. İmkânların kötü kullanılması imkânsızlıktan daha kötüdür. Ve İslâm toplumlarının tamamına yakınında, ülkenin servet ve imkânları kötü kullanıyor, kötüye kullanılıyor.

Neden? Çünkü İslâm ülkelerinin tamamına yakınında insan bir nesne gibi görülmekte; gücü yeten herkes bu nesneyi kafasına göre şekillendirmeye, onu çıkarları veya ideolojileri için kullanışlı araç haline getirmeye uğraşmaktadır. Bunun suçlusu da o toplumların aydınları, din âlimleri, siyasetçileridir. Oysa ilk inen sûrelere bakarsanız, Hz. Peygamber’in insanı nesne ve araç olarak gören zihniyetle mücadeleden işe başladığını görünsünüz. Keşke din âlimlerimiz Kitaba bir de buradan baksalar!

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum